Türkiye kapsayıcı ve çok boyutlu bir dış politikayı takip ediyor ve Ortadoğu’da yapıcı ve işbirlikçi politik söylemden yararlanıyor.

İsrail dahil olmak üzere bölgedeki herhangi bir devleti “ötekileştirmek” veya yabancılaştırmayı tercih etmez ve tüm devletlerin birbirleriyle ilişkilerini normalleştirmelerini ve uluslararası normlara uymalarını bekler. Ancak, çoğu bölgesel devlet, diğer bölgesel aktörlerle ilişkilerinde çatışan bir politik söylem kullanmayı tercih etmektedir.

Dış politika yönelimleri göz önüne alındığında, Orta Doğu ülkeleri üç farklı politik söylemden yararlanmaktadır. Bunlardan ikisi çatışma ve münhasır olsa da, politik söylemlerden biri kooperatif ve kapsayıcıdır. İki çatışmalı politik söylem, aynı madalyonun karşıt taraflarıdır. Yani aynı kavramları aynı amaçlarla kullanırlar.

Bir yandan, bölgedeki mezhep proxy’lerine bağlı olarak, İran çatışan bir dış politika yönelimini takip ediyor. Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan’daki bazı Şii gruplarını destekliyor ve dolayısıyla bu devletlerin işlerine müdahale ediyor. İran, Şii dünyasında bir tekelden yararlanıyor ve maalesef dini kimlikleri politik amaçlarla kullanıyor. Sonuç olarak, bu İran politikası diğer bölgesel Sünni devletlerin tepkilerini kışkırtıyor.

Öte yandan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan, bu iki devletin İran’la sıfır-bir ilişkiyi tercih etmesinden bu yana çatışan bir dış politika izliyor. İran’ın bölgesel nüfuzuna karşı en sert muhalefet olan İsrail, BAE ve Suudi cephesini destekliyor. Donald Trump yönetimi ile ABD bu cepheyi de açıkça desteklemeye başladı. Bu devletler politik hedeflerine ulaşmak için bölgesel istikrarsızlığı ve düşmanlığı kullanırlar. Bu nedenle bölgesel siyasi, dini, kültürel ve ekonomik fay hatlarını tetiklemeye çalışırlar. Bu devletler sadece İran’ı yabancılaştırmaya ve izole etmeye değil aynı zamanda onunla etkileşim halindeki herhangi bir devleti önlemeye ve hatta cezalandırmaya çalışmaktadır.

Orta Doğu’daki üçüncü politik söylem, Türkiye’nin ve Katar, Kuveyt ve Umman gibi bazı küçük devletlerin tercih ettiği kooperatif ve kapsayıcıdır. Bu söylem bölgedeki sıfır toplam oyununu bitirmeyi ve bir kazan-kazan oyunu başlatmayı gerektiriyor. Türkiye ve diğer benzer düşünen ülkeler, bölgesel istikrarı ve çok boyutlu dış politikayı mezhepçi ve saldırgan politikaya tercih ediyorlar.

Türkiye bir tarafını diğerine tercih etmiyor. Buna göre, bir tarafın cezasını diğerine göre görmek istemiyor. Bir yandan, Türkiye, küresel güçler ve İran tarafından imzalanan nükleer anlaşmayı destekliyor ve ABD’nin uygulayacağı olası yaptırımlara karşı çıkıyor. Öte yandan Türkiye, Terörle Mücadele Yasası’na (JASTA) karşı Adalet Divanı’na şiddetle karşı çıktı. ABD 11 Eylül terörist saldırılarından Suudi Arabistan’ı tutmaya çalıştı. Öyleyse Türkiye Ortadoğu’da ne istiyor? Türk bölgesel dış politikasını belirleyen birkaç önemli ilke vardır.

Her şeyden önce, Türkiye sadece İran nükleer faaliyetine değil, aynı zamanda İsrail nükleer cephanesine de karşı çıkıyor. Türkiye nükleer bir Ortadoğu istiyor. Yani İran, uranyum zenginleştirme sürecini durdurmalı ve benzer şekilde, İsrail nükleer silahlarından kurtulmalıdır. Nükleer silahların varlığı, güvenlik ikilemlerine ve dolayısıyla bölgesel silah yarışlarına neden olmaktadır.

İkincisi, bölgesel statüko tutulmalıdır. Bölgesel devletlerin dağılması ve yeni mini devletlerin kurulması, bölgeye daha fazla istikrarsızlık ve daha fazla yabancı müdahale getirecektir. Bu bağlamda Türkiye, ayrılıkçı hareketlere ve gruplara karşı mücadele ediyor ve Suriye, Irak, Libya ve Yemen’in toprak bütünlüğünü destekliyor.

Üçüncüsü, bölgesel devletlerin normalleşmesi, bölgesel siyasetin normalleşmesi için bir ön şarttır. Hiçbir devlet kendini uluslararası kuralların ve normların üzerine yerleştirmemelidir. Bu bağlamda, İsrail Filistin halkının politik, kültürel ve bölgesel haklarına saygı göstermelidir. İsrail normalleşmeye karar verdiğinde, diğer devletler İsrail ile ilişkilerini normalleştirmelidir. Diğer bölgesel ülkeler de temel uluslararası kurallara uymalıdır.

Son olarak, bölgesel aktörler arasındaki bölgesel sorunlar bölgesel düzeyde çözülmeli, bu da küresel güçlerin bölgesel krizlerdeki penetrasyon ve müdahale imkanlarının oldukça düşük olmasına neden olacak ve çoğu durumda komplikasyonları azaltacaktır.

Önceki İçerikPopülizmin en tehlikeli türü: Suriyeli mültecileri hedeflemek
Sonraki İçerikSeçim sonrası dönemde Türkiye ekonomisi nasıl şekillenecek?